G-YZVER6ZSK8

BÖLÜM I - BAŞLANGIÇ

BÖLÜM I - BAŞLANGIÇ

OFANSİF BİR MASAL

veya

DEFANSİF BİR ROMAN

 

 

BÖLÜM I: BAŞLANGIÇ

 

Huzur sarayının orta katlarından birinde bulunan “En Huzurlu Salon”da bir akşam yemeği sonrasıydı. Odanın tam ortasında, yekpare obsidyenden yapılmış bir masa vardı. İnsan işi olamayacak kadar kusursuz bir sanat ile oyulmuş bu görkemli masanın üzerinde, birkaç yemek artığı dışında bir şey kalmamıştı. Masanın etrafındaki sandalyelerin de biri hariç hepsi çoktan boşalmıştı.

 

Yemek bitmiş olduğu halde oturmaya devam eden adam oldukça iyi giyinmişti. Bakımlı sakallarına karışan uzun saçlarını, altından yapılmış dikenli tel şeklinde bir taç süslüyordu. Kapı açılıp içeri biri girdiğinde gözleri sevinçle parladı, gelen kişiyi beklediğini belli edecek şekilde “Nihayet!” dedi, “Ben de seni bekliyordum.”

 

Gelen adam elinde dişbudak ağacından yapılmış, bir insan boyundan uzun, görkemli bir asa taşıyordu. “Beklemesen şaşardım zaten…” diye kendi kendine söylenerek boş sandalyelerden birine oturdu. Belli ki beklendiğine sevinmemişti. Başka bir şey söylemeden sessizce yemek yemeye koyuldu.

 

Bekleyen adam sabırsızlıkla konuşmaya devam etti:

 

“Saatlerdir seni bekliyorum konuşmak için.”

 

“Beklemeseydin…”

 

“Konuşmak zorundayız.”

 

“Ne hakkında konuşacakmışız?”

 

“Dünyadan gelen haberleri sen de duymuşsundur eminim. Seni takip edenlerin öldürdüğü kişi sayısı yirmi bini geçmiş.” Neyden bahsettiği açıkça anlaşılsın diye bir süre sustuktan sonra konuşmaya devam etti. “Çoğu da çocuk diyorlar.”

 

“Onlar benim takipçilerim değil. Asamı vurup yardığım denizi benimle birlikte geçenler bu kadar cani değillerdi.”

 

“Kendini kandırma, beni neredeyse ölene kadar sopalayıp kızılca güneşin altında çarmıha gerenler de seninkiler değil miydi?”

 

“Değildi!” Diye masaya bir yumruk vurdu asa taşıyan adam. Yumruğun sertliğinden devrilen birkaç bardağı düzelttikten sonra daha sakin bir ses ile devam etti: “Üstelik orada tüm diğer tanrıları senin gazabından kurtarmaya çalışıyorlardı. Senin takipçilerin bırak insanları, tanrılara bile savaş açtı. Bir zamanlar uğruna tapınaklar yapılmış niceleri küçücük adalarından dışarı çıkamaz hale geldi senin yüzünden…” Kısa bir hüzünlü sessizliğin ardından öfkeyle kükrer gibi devam etti. “Seni cezalandırmak gayet de adildi yani!”

 

Altından tacı olan adam biraz sinirlenmiş gibi görünüyordu; “Ah, Adalet, dünyadaki bu olaylar başladığında da…”, taklit yapan bir sesle, “‘Adil olan karşılık vermektir.’ Demiştin!” diye karşılık verdi.

 

Alaycı bir sesle “Biri suratına tokat vurduğu zaman ona diğer yanağını dönersen bir tokat daha yediğinle kalırsın. Eğer aynı tokadı tekrar yemek istemiyorsan, bir tokat da sen atmak zorundasın.” Dedi asası olan adam. “Yine de” diye biraz utanarak devam etti; “haklı olmak caniliğin bahanesi olamaz…”

 

“Bu atılan ilk tokat mıydı peki?” Az önceki alaycı tavra sinirlendiği belliydi. “Sen de çok iyi biliyorsun ki ilk tokadı en günahsız olan atmalıydı.”

 

Asası olan adam köşeye sıkışmış gibi duruyordu, yardım arar gibi sağa sola bakındı. Bakınma sırasında bir an göz göze geldik, “peki sen ne düşünüyorsun bu konuda?” Dedi.

 

Tüylerim diken diken oldu. O ana kadar orada olduğumun bile farkında değildim. Sanki az önce olayları yukarıdaki görünmez bir yerden izlerken bir anda kendimi masadaki boş sandalyelerden birinde oturur vaziyette bulmuştum. Görünmezlik yeteneğini kaybetmiş bir fantastik roman kahramanı gibi elime koluma bakıp gerçekten de orada olduğumu idrak ettim. Asası olan adam daha sinirli bir ses tonuyla tekrar bana seslendi; “Hey sana soruyorum, sen ne düşünüyorsun bu konuda?”

 

“Bbb ben mi?” Diye kekeledim korkuyla. Asası olan adam 'evet sen' der gibi bir hareket yapınca refleks olarak cevap verdim; “Ben bir şey düşünmüyorum.”

 

“Deminden beri bizim ağzımızdan bir şeyler yazıp durduğuna göre düşünüyor olman lazım.”

 

“Sizin hakkınızda yazmak mı?” Diye savunmaya geçtim korkuyla. “Ne haddime, hele sizin ağzınızdan…” karşımdakilerin kim olduğu geldi bir an aklıma. Anlatılanlar doğruysa aklımdan geçenleri okuyor olmaları gerekirdi, yalan söylediğim ortaya çıkmış gibi devam ettim konuşmaya. “Yani tamam, bazen kendi kendime birkaç zırva karaladığım oluyor ama o kadar. Kesinlikle size hakaret yahut saygısızlık bulunmaz o yazdıklarımda. Hem kendime kadar yazarım ben genelde, kimsenin yazdıklarımdan haberi olmaz.” Konuştukça dibe battığımın farkındaydım. Korkudan saçmaladığımın farkına vardığım için sustum.

 

“Olur mu canım, tam da bizim hakkımızda yazdığın bir şeyleri yayınladığın için buradasın.” Diye lafa girdi dikenli tel şeklinde tacı olan adam. Şaşkın ve meraklı görünüyordu.

 

Korkudan bayılmak üzereydim. Kimdim, neredeydim, burada ne işim vardı? Kapalı olan kapının sert bir şekilde açılmasıyla oturduğum yerde sıçradım. İçeri korkunç görünümlü bir Eşşek dalmıştı ve doğrudan gözlerimin içine bakarak üzerime doğru yürürken diğer adamlara hitaben konuşmaya başladı: “Kusura bakmayın beyler bölüyorum ama Yazar/Kahraman’ımızın burada kaybedecek çok bir zamanı yok.”

 

Düştüğüm yerden beni bir hamlede kaldırıp bir hışımla sürüklemeye başladı. Yemek salonundan çıkıp geniş ve sonsuz gibi görünen bir koridorda aceleyle ilerlemeye başladık. Koridorda bizden başka kimse yoktu. Eşşek beni sürüklerken bir yandan da hızlı hızlı konuşmaya devam ediyordu. “Bizi bu kadar bekleteceğini hiç düşünmemiştik, sen gelene kadar işlerin ne kadar boktan bir hal aldığından haberin var değil mi?”

 

İçime kaçmış bir sesle “Hiçbir şeyden haberim yok benim…” Dedim ama Eşşek beni hiç duymadan aynı hızda konuşmaya devam ediyordu.

 

“Üst Ceza Kurulu, bizi bekliyor. Bazı planları olduğunu söyledi, hemen işe koyulmalıymışız.

 

“Ne planı?” diye sordum ama sesimi yine duyuramadım.

 

“Biraz daha erken gelsen bu planlara da hiç gerek kalmazdı ama neyse işte, geç de olsa gelmiş olmana şükredeceğiz.”

 

“Nereye geldim?” Eşşek yine duymaz şekilde konuşmaya devam edecekken beni sıkıca kavradığı toynaklarından bir anlığına kurtulup sendeledim ve avazım çıktığı kadar bağırdım: “Neredeyim ben?”

 

Eşşek duraksadı. Sonunda sesimi duyurmayı başarmıştım ama sorduğum soru onu oldukça şaşırtmış gibi görünüyordu. “Nerede olacaksın,” dedi şaşkın bir ifadeyle, “Huzur Diyarı’ndasın işte.”

 

“Ne yani, öldüm mü ben?”

 

“Hayır canım ne ölmesi, zaten ölümlülerin ne işi var denizin bu yakasında?”

 

“E o zaman benim ne işim var burada?”

 

“Yapılması gereken bir devrime liderlik etmen için çağırdık seni. Epey geciktin ama sonunda geldin” Sesinden biraz hayal kırıklığı yaşamış olduğu anlaşılıyordu.

 

Ben büyük bir tereddüt ile sordum, “Devrim mi?” Korkudan sesim titremeye başlamıştı: “Lider mi?” Deliriyor olduğumu düşündüm.

 

“Geç kaldığın için işimiz epey zorlaştı tabi ancak bana sorarsan hala bir umut var. Korkudan titremeye başladığına göre yaptığın planların ne kadar işe yaramaz olduğunu anca anlıyorsun sanırım.”

 

“Ben plan falan yapmadım. Huzur Diyarı'nda devrim yapmak ile bir alakam olamaz benim.”

 

“Yok, devrimi Huzur Diyarı’nda değil Masallar Ülkesi'nde yapacağız zaten.” Dedikten sonra etrafına bakınıp yalnız olduğumuzdan emin olunca kulağıma doğru eğilip: “En azından şimdilik öyle bir niyetimiz yok…” diye fısıldadıktan sonra muzip gülümsemeyle göz kırptı.

 

“Masallar Ülkesi mi?” Ne kadar çabalasam da söylediklerine bir anlam veremiyordum.

 

Eşşek sorularımdan bıkmış gibiydi: “Yahu gerçekten hatırlamıyor musun hiçbir şeyi?”

 

“Özür dilerim ama gerçekten hiçbir anlam veremiyorum söylediklerinize.”

 

“Ne demek anlamıyorum, kaç yıldır senin gelmeni bekliyoruz biz…” Çaresizlik ve korkuyla titreyen bakışlarıma, hâkim olamadığım göz yaşları eşlik etmeye başlamıştı. Halime acımış olsa gerek yumuşak ve anlayışlı bir tavırla: “Ziyan yok,” dedi; “gelirken kafan karışmış olmalı. Benim kim olduğumu hatırlıyorsun yine de değil mi?”

 

Soruyu o kadar büyük bir umutla sormuştu ki hayır anlamında başımı iki yana sallarken kendimi çok utanmış hissettim.

 

“Sen daha çocukken ilk olarak rüyalarına girmiştim hani…”

 

Gözlerindeki umut öyle yoğun parlıyordu ki bir an hatırlamadığım halde hatırladığımı söylemek istedim. Sonra birkaç anı zerresi, eski birer fotoğraf gibi belirmeye başladı zihnimde. Sanki gerçekten de hatırlıyor gibiydim: “Birkaç fotoğraf canlanıyor gözümde ama emin değilim…” dedim. Birkaç sefer rüyama girmişti gerçekten. Detayları tam hatırlamasam da garip rüyalardı bunlar. Tam o anda yine bir rüyada olduğumu düşünmeye başladım. “İçinde senin olduğun garip rüyalar gördüm evet, şimdi de o rüyalardan birinde olmalıyım.”

 

“Hayır.” Dedi Eşşek. Umutla parlayan bakışları yoğun bir hayal kırıklığı ile kararmıştı: “O rüyaları görmenden bu yana neredeyse çeyrek asır geçti.”

 

Konuşma ilerledikçe bir şeyler anlamak şöyle dursun, kafam daha da çok karışıyordu. Zihnimi ne kadar zorlamaya çalışsam da garip rüyalar gören bir çocuk olduğumdan başka hiçbir şeyi hatırlayamıyordum. Eşşek halime daha da bir acımış olsa gerek sevecen görünmeye çalışarak; “Kafanın karışmasını anlıyorum, bizim 3. Duvarı yıkarak direkt okuyucuyla konuştuğumuz interaktif örnekler bol miktarda görüldü ancak doğrudan yazarla aramızdaki duvarı yıktığımıza pek az rastlanır. Kahramanların yazarı yönlendirdiği o az rastlanan hikayelerden birini yazıyorsun şu an.”

 

Eşşeğin anlayışlı tavrından aldığım cesaretle “Bir yanlışlık yapmış olmalısınız…” dedim. “Garip rüyalar gördüğüm bir çocuk olduğumdan başka hiçbir şey hatırlamıyorum çünkü. Hoş kendimi çocuk gibi de hissetmiyorum aslında…”

 

“Çocuk değilsin zaten. Ama madem hatırlamıyorsun olup biteni hızlıca anlatmaya çalışayım;

 

“Başlangıçta her şey, aslında bir rüyadan ibaretti,

 

Gördüğün o rüyadan sonra sürekli buraya dair hayaller kurmaya başladın. Bu hayallerini sesli olarak dile getirdiğinde senin deli olduğunu düşünenler oldu. Aslında deli değil de yazar olduğunu kanıtlamak için sağlam bir mücadele verdin. Bunu kanıtlamak için yazmak zorundaydın.

 

Deli olmadığını kanıtlamaktan başka bir hedefi olmayan ilk yazıların amacına da ulaştı. O noktadan sonra buraya gelmek için ihtiyacın olan tek şey kendini kanıtlama hırsından arınmış bir şeyler yazmaktı ama sen bunu uzunca bir süre beceremedin.

 

Çok güzel zamanların da oldu bu uzun süre boyunca ama itiraf etmeliyim ki çoğunlukla berbat haldeydin. Biz tam senden ümidimizi kesmek üzereydik ki Prenses Kuşçakır yetişti imdadımıza. Sana kendini kanıtlamaya çalışmadan kalbini açabilmeyi öğretti. Öğrendiğin bu erdemin etkisiyle yazdığın bir yazıyı genç yazarların toplandığı bir yazı grubunda paylaşınca da nihayet buraya gelebilmiş oldun.”

 

Kafam daha da karışmış halde devamını anlatmasını bekliyordum ancak Eşşeğin uzun süren sessizliği konuşmanın bittiği anlamına geliyordu. “Peki ya sonra?” Diye sordum.

 

“Okuyucular da merakla bunu bekliyor işte…”

 

“Neyi bekliyorlar?”

 

“Bundan sonrasında ne olacağını…”

 

"Ne olacak peki?”

 

“Yazar olsan sensin, burada olup bitecek her şeyi sen anlatacaksın."

 

"Ben mi anlatacağım, ne anlatacağım. Hem ben kimim ki anlatacağım?” Garip rüyalar gören bir çocuktan ibarettim ve şu an gördüğüm rüya beni boğmaya başlamıştı. “Uyanmam lazım.” dedim. Boğazım kurumaya başlamış, kalp atışlarım kulaklarımı sağır edecek bir gürültüyle hızlanmıştı. Bayılmak üzere olduğumu fark ederek yumdum gözlerimi. “Sadece bir rüyadayım ve uyandığımda hepsi geçmiş olacak.” Diye mırıldandım. “Uyandığımda annem babam yanımda olacak. Her şey normale dönecek ve ben arka bahçede oyun oynamaya çıkacağım…

 

Üçten geriye sayıp gözlerimi açacağım ve uyanmış olacağım.

 

3

 

2

 

1”

 

Ve gerçekten de uyandım.

 

Ama umduğum gibi bahçesinde oyunlar oynadığım evde değildim. Bildiğim dünyadan çok farklı olduğu hemen anlaşılan, garip bir odada açmıştım gözlerimi.

 

IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.